Çeviri: Eddie Kingston'ın Players Tribune Yazısı

 


Hayatımın çoğu boyunca deli olduğumu sandım.



Çılgın. Akılsız. Psikotik. Şiddet yanlısı. Hastalıklı.



“Ah, hadi ama, Eddie. Uyduruyorsun. Bu iş. Anladık. Karakterin parçası.”



Kanka, gerçekten anlamıyorsun. Doğduğumdan beri aklım yerinde değil. Onuncu sınıftayken mahalledeki aptal bir mesele yüzünden bir çocukla sıkıntı yaşadım. Neydi, hatırlamıyorum bile. Ertesi gün derste oturuyorum, koridorda herifi görüyorum. Testosteron, öfke, sirke… kalkıp “Ne haber?” diye dikildim.



Burası Yonkers; öğle arasında otoparkta falan buluşmuyoruz. Hayır, olay anında patlar. Çocuk kitaplarını atıp sınıfa dalıyor, dümdüz üstüme abanıyor. Dersin ortasında — kâğıtlar uçuşuyor, öğretmenler bağırıyor, çocuklar sıraların üstüne çıkıyor. Kıyamet. Üstelik din dersindeydik. Vallahi billahi, koptu film. Gözüm döndü. Sağlı sollu kroşeler. Kitapla, dosyayla dalıyorum. Adamlar Yeni Ahit anlatıyor, ben birini tebeşir tahtasına Alman suplex’iyle gömmeye çalışıyorum. Kontrolden çıkmıştı.



Dünyayla kavga etmek istiyordum.



Eddie Kingston


Beni hapse girmekten kurtaran tek şey çok genç olmamdı. Çok, çok, çok öfkeliydim. Hiçbir yere ait hissetmiyordum. Yarı İrlandalı, yarı Porto Rikolu: iki taraftan da yerdim. İrlandalı tarafta “Hey, ne haber spic.” Porto Rikolu tarafta başka saçma sapan şeyler. Yeminle, ikinci sınıfta “Şu spici dışarı atın” dendiğini hatırlıyorum.



Bu sende iz bırakır. Ya yumuşatırsın ya da manyak olursun. Ben ne oldum, belli. Amcalarım 11 yaşındayken yumruk atmayı öğretti, ben de sokakta çılgınlar gibi vurmaya başladım. Beni sakin tutan tek şey güreş kasetleriydi. Eski VHS’ler. Annem Bronx’taki VideoVision’a giderdi — Blockbuster değil, tezgâh arkasında kedi olan mahalle dükkânı — üstünde “wrestling” yazan ne varsa kapardı. Cuma günleri, eğer ilkokulda kimseyi boğazlamadan haftayı atlattıysam, ödülüm Çin yemeği + güreş kasetiydi.



Bir gece rastgele bir kaset getirdi. 90’larda VHS sürpriz kutu gibi: sert plastik, kapaksız. Oturma odası TV’sini kaptım (İrlandalı babam “HABER izlemek istiyorum ama OĞLAN yine GÜREŞ açtı!!!” diye bağırıyor; Porto Rikolu annem mutfaktan “Sakin ol!!! Bu hafta usluydu!!!!” diye karşılık veriyor). Kaseti taktım; statik, tracking, cızırtı… sonra ekrana üç kelime geldi:



MEMPHIS’İN EN KANLI BRAWL’LARI



O an aklım uçtu. Başka gezegenden inmiş gibiydi. Bambaşka, manyak bir boyut. Her şey vardı o kasette. 1979 Tupelo, Mississippi büfe kavgası mesela. Bilmiyorsan YouTube’la. Ringde başlayan normal bir tag team maçı; sonra kalabalığın arasından büfeye kadar sürükleniyor, patlamış mısır makineleri, tencere tavalar, hot dog’lar havada uçuşuyor. Büfeci kadın sürekli bağırıyor: “Durun! Durun! Güvenlik!!!!!!!”



Beynimi yaktı. Bronx’taki küçük kanepede yarı İrlandalı yarı Porto Rikolu mini manyak, wonton çorbası içerken eski usul Memphis güreşi izliyor, anneme bakıp “Görüyor musun? İnanabiliyor musun???” diyorum.



Her şey vardı. Eddie Gilbert’ın Jerry Lawler’ı arena otoparkında arabayla ezmesi falan. Adamlar kan revan, minder kıpkırmızı. Güreşin ne olduğunu tam bilmesem de o an ne olmak istediğimi biliyordum.



Yankee Stadyumu’nda homerun? İstemiyorum.



Super Bowl’da touchdown pası? İstemiyorum.



Astronot? Hiç değil.



Profesyonel güreşçi olmak istiyordum.



Yıllar geçti, ortaokulda All Japan Pro Wrestling’i, internet forumlarını ve New York’taki kaset takas çevresini keşfettim. Queens’te “birinin birini tanıdığı” zincirinden All Japan Triple Crown kaseti için AYLAR beklersin. Takasta iyi mal lazım. Pokémon kartı gibi ama internetten tanıştığın tiplerle sokak köşesinde kaset değişiyorsun. VCR’a taktığında ne çıkacağı meçhul. Umar, adam sahteci değildir. Eve gelip kaseti takınca ekranda Japonca yazılar, alevler, spiker masasında takım elbiseli bir adamın anlaşılmaz çığlıkları olsun istersin. “Martin” dizisinin eski bölümü çıkmasın mesela.



Kawada vs. Misawa — Haziran ’94. Gerçek hayrana tarihi söyle, yeter. Bu adamlar öyle chop’lar atıyordu ki, granüllü VHS’te bile terin fışkırışını görüyorsun. Yankısı akıl almaz. Back suplex’ler… of. O kadar sert, o kadar gerçek. Bunu Yonkers’taki küçük dairemizde izlerken oturamıyordum. Hâlâ izleyemem oturarak. Haziran ’94’ü bin kez izlemişimdir — vallahi. Havaalanında biniş beklerken açar, kaybolurum. Tokyo’daymışım gibi her clothesline’ı hissederim.



Güreş izlemek hep kaçışımdı. Küçük bir sığınak. Muhtemelen beni hapisten uzak tutan tek şey. Lisedeyken arkadaşlar “haydi çık” diye arardı; ben evde tek başıma Raw, Super J-Cup ya da ECW bakardım. New York’lular hatırlar: ECW bir ara gece ikide din kanalında çıkardı. Uyanık kalmaya çalışırsın, bir dakika önce bir teyze şifa, bağışlama anlatıyor; sonra bir anda…



EEEEEEE SEEEEEEE DABLI-YUUUUUU!!!



Tel örgülü beyzbol sopası, Dudley Death Drop, tribüne moonsault…



Din kanalında!



Başka bir boyuttan mesaj gibiydi. Şeytan düğmeye basmış gibi. ECW’yi ilk keşfettiğimde “tanıdığım tipler” gibiydi. WWF’i izlerdim ama hep yumuşak gelirdi. ECW karakter değil, köşe başındaki gerçek adamların haliydi.



New Jack’i bilirdim. Dreamer’ı bilirdim.



Onlar masadan geçince sanki amcanız masadan geçiyordu.



Dürüst olayım, beni depresyondan kurtaran tek şey güreşti. Ya mahallede kavga, ya evde maç. Yoksa kararıyordum. O zamanlar adıyla sanıyla “ruh sağlığı”na kulağım tıkalıydı. Terapi, duygu falan… “Depresyon mu? O da ne lan?”





Kontrolü yitirince sınıf ortasında patlıyordum. Din Dersindeki Kavga yüzünden liseden atıldım. 18’ime gelmiştim; yol yok. İyi ki babam ve amcalarım demir işçisiydi, yetişkinlerle baş ederim, laf sokarım, bilirlerdi; beni Ironworkers Local 580’e soktular. 9/11 sonrası enkazda çalışan ekipten adamlar… Gerçek mavi yakalı New York sertleri.



Bir gün 50 kat yukarıda işteyim. Columbus & 59. Çelik kirişte Manhattan’a bakıyorum. Omzumu çeviriyorum; 70’lik bir usta, sandviç, sigara… “Biraz daha dayanıp çocuk için para biriktireceğim, sendikaya sokacağım” diyor. Zaman durdu.



“Ben bunu hayat boyu istemiyorum.” diye dank etti. Ne istediğimi hep biliyordum.



O gece eve gittim, o sarı AOL adamına dua ettim bağlansın. Bağlanınca yazdım: “Pro Wrestling Schools NYC”.



Yolculuk başladı. Üç yıl sonra yıldız oldum. Milyonlar. WrestleMania’da perde arkası…



Hahahaha. Raspberry fart.



Dalga mı geçiyorsun? Üç yıl sonra cebimde beş kuruş yok, kilo, depresyon, bingo salonunda sekiz kişi önünde şov. Palo Alto, Pennsylvania’da hep uğradığımız bir yer vardı. Bir arkadaşımla giderdik; güreşir, belki bir ödeme alırdık, sonra geri dönerdik. Tüm para benzine ve yemeye giderdi. Kulis sessiz… bağcıkları bağla, perdeyi it, dışarı bak…



Sekiz kişi.



Bir yanda üç, öbür yanda dört, bir de tek başına garip bir adam.



İlk düşünce: “Evet, bu gece para yok. En iyisini yapalım.”



Sekiz kişinin önünde de spotlar can yakıyor. Chop can yakıyor. Ertesi gün beden yine ağrıyor. Ama seviyorsan umursamıyorsun. İşin onuru için yapıyorsun. Her şeyimi verdim. Seyircide bir kadın vardı; ayağa kalkmış, bağırıyor, atar yapıyor. Bu beni körükledi; ben de ona takıldım. Cancel etmeyin ama ona Large Marge dedim. Patlamış mısır savuruyor. Şahane.



Maç bitti, kulise döndük; tabii ki promotör ödeyemiyor. “Nerede yiyelim?” muhabbeti dönüyor. O kadar cebimsizim ki “Yok, aç değilim” numarası yapıyorum.



Tag partnerim kral insandı; sessizce benim hesabı öderdi. Şovdan sonra arabayı toplarken parkta moralim bozuk; bir ses: “Hey! Hey çocuklar!”



Large Marge.



“Harikaydı! Çok eğlendim! Sağ olun!!!!”



Yirmi yıl şovdan şova dolaştım. Bir türlü “büyük zaman” gelmedi. Hırçınlaştım, kendi kendimi yedim, depresyona daldım, kirayı çıkarmak için ailemden borç istedim. Neden devam ettiğimi bazen hâlâ bilmiyorum.



Belki o kadın yüzünden. Bazen tek bir kişi geceyi yaşar, sen de yaşamaya devam edersin.



Devam ettim — 16 yıl daha. Ülkenin her yanında şov: buz pistleri, VFW’ler, Elks kulüpleri, otoparklar… Büyük lig yok. Demir işçiliğini hobi, güreşi “gerçek iş” sayıyordum; sendikadakiler buna gülerdi. Yaş ilerledikçe beden bozuldu, ağrı kesicilere sardım. İçkiye verdim. Sonra “Ne para gömüyorum haplara? Bari viskiye gömeyim” deyip hapları bıraktım.



Ne kadar acı, değil mi?



İçtim. Allah ne verdiyse. Cumartesi 1’de başlar, 7’ye kadar barı korur, sonra bir yere güreşe gider, dönüşte sabaha kadar içer, pazar “futbol” bahanesiyle öğlenden gece 2’ye kadar devam…



Hastaydım. Kendimden nefret ediyordum. Ulusal TV’de güreşen, birlikte başladığım adamları izler, kudururdum. Duvarlara yumruk, şişelere tekme. Kendime ve başkalarına tehlikeydim. Bir hafta öyle bir kötüye gittim ki resmen ortadan kayboldum. Maçlara çıkmadım. Telefonu kırdım, ulaşan olmadı. Bir öğleden sonra uyandım; ev, kırık bira şişeleriyle dolu. Neden bilinmez, posta kutusuna baktım — belki mucize bir çek vardır diye.



Bir mektup.



Arkadaşım Alex Whybrow’dan (Larry Sweeney). Uzun yılların indie güreşçisi, müthiş adam. Son çare yazmış. Herkesin çok endişeli olduğunu, beni aramamı istediğini söylüyor. Sonda bir cümle:



“En iyi arkadaşımı kaybetmiş gibiyim. Lütfen beni ara.”



O cümle beni uyandırdı. Alex’i aradım, delikten çıktım. Hayatım boyunca kimsenin umursamadığını sanırdım. O mektup beni kurtardı. Alex olmasaydı bugün burada olmazdım. Büyük ihtimal içkiden giderdim.



Ve trajik olan: bu sözler içindeki çok derin yerden gelmiş olmalı… çünkü birkaç yıl sonra kendi canına kıydı. Benim yaşadığım karanlığı biliyordu.



İşte bu yüzden anlatıyorum. Filtre yok. “Bunlar konuşulmaz” diyen eski kafalılar kusura bakmasın, kusura bakmasınlar: siktirsinler. Zoloft almasam, yardım aramasam, konuşmaya cesaret edemesem kendimi öldürürdüm. Nokta. Bu işte çok arkadaşımı kaybettim; hap ve içkiyle duyguları gömüp susamam.



“Eğer ruh sağlığımla ilgilenmeseydim, konuşmaktan korksaydım, ölürdüm. Nokta.”



Eddie Kingston


Alex’in anısına anlatıyorum. O beni kurtardı, kendini kurtaramadı. Çok gün “burada olmak istemedim.” Suçluluk, öfke, utanç. Alex’ten sonra yavaş yavaş yardım aldım, toparlandım ama bir gün baktım 37 olmuşum; “olmayacak” dedim. Büyük ligler asla şans vermeyecek. Çok köprü yaktım. Çok promotöre “defol” dedim. İsmim kötü.



Bitti. Kardeşim evdeyken “Alaska’ya taşınacağım galiba,” dedim. Elle çalışırım. Yeni hayat kurarım. Evli değilim, çocuk yok. Hayatı verdim bu işe; başarısızım; perdeyi kapatmanın vakti.



Kardeşim bana, ancak bir kardeşin bakacağı gibi baktı. Bir yudum viski aldı, durdu. “Tamam,” dedi. “Sen bilirsin. Bu senin hayatın. Ama oğluma ne diyeceğim?”



Yeğenim yeni doğmuştu.



“Ne demek istiyorsun?” dedim.



“Yeğenime pes etmemeyi nasıl anlatacağım, amcası hayalinden pes etmişken?” dedi.



İçimden “Ulan… yardım etme böyle,” dedim.



Gözümde bir sahne: Yeğenim birinci sınıfta, “Amcam güreşçi!” diyor. Diğer çocuklar: “Ne??? Değil! Yalan!”



O an karar verdim. Devam edeceğim. Birkaç yıl daha. Sırf yeğenim okulda telefonundan “Bak, bu benim amcam; ringde suplex atıyor” diyebilsin diye. WWE, AEW fark etmez; bingo salonu da olur, VFW de. Yeter ki “amcası gerçekten güreşçi” olsun.



Devam ettim. Bir yıl sonra COVID patladı. İngiltere’deydim, her şey kapandı; sınırlar kapanmadan eve dönebilmek için son 2.000 dolarımı gömdüm. Bütün bağımsız şovlar aylarca durdu; benim için anlamı belliydi. Sonum gözüküyordu. Bazı çizmelerimi ipoteğe para yetişsin diye sattım. Bir ay içinde para çıkmazsa ev gidiyordu. Annemi aradım, durumu anlattım. Utanç vericiydi. Olmazsa Yonkers’ta anne-baba evine dönecektim.



Sonra New Jersey’de açık hava bir şov için telefon geldi. Otoparka ring, seyirci arabada. Hayır diyemezdim. Şova gittim; belki de son maçım olacaktı. Ev gidiyor; çaresizim.



Maçtan sonra neden bilmem, mikrofonu kaptım; en iyi yaptığımı yaptım. Çene salladım. Büyük şirketlerin şampiyonlarına çatladım. Umursamadım. Sadece bendim. Sonra birileri rantı kaydetmiş; sosyal medyaya düşmüş; Cody Rhodes ve AEW’ye kadar gitmiş. Demek ki komik ya da delice buldular; AEW yetkilileri aradı: “Klibini gördük. Gelip Cody’yle güreşmeni istiyoruz.”



O kadar dibe vurdum ki ilk söylediğim şu oldu: “Ne kadar öder?”



Ben bunu booking sandım. Deneme değil, mucize hiç değil. “IPOTEK: ÖDENECEK.” 38 yaşındayım. Kontrat falan yok. Sadece bir booking. Şov günü kulisteyim, hissizim. Kimseyle konuşmuyorum. Heyecan yok.



Cody harikaydı. “Giriş müziğin?” dedi. Ben de “Niye müziğim olsun? Burada çalışmıyorum ki. Ben içeri koşup seni dövmeliyim; çünkü ben ‘sıradan bir adamım’,” dedim.



O da, “Tamam, o zaman sana bir mikrofon verelim,” dedi.



“Mic mi?”



“Evet, çık gel ve bana aban,” dedi.



Bu Cody Rhodes — “adam.” Bana alan bıraktı, an verdi; hayatımı değiştirdi.



Bir kişi daha var… (of, duygulanıyorum; artık aramızda değil)…



Brodie Lee. Huzur içinde yatsın. Yıllardır indie sahnesinden tanırım. Çok iyi insandı. Perdeye gitmeden önce beni gördü; hissiz. Yanıma geldi: “Hey, benim tanıdığım Eddie nerede?”



Beni sert itti. Sendeledim. Canavar uyandı.



Gözünün içine baktım, ben de ittirdim.



O iki adım geri gitti, “İşte,” dedi.



Güldük.



O gece perdeyi kırıp çıktığımda kırık bir adamdım. 38 yaşında. Kavgacı, kendini yiyip bitirmiş. Anne evine dönecek noktada.



Sonra olanları açıklayamam. Hâlâ rüya gibi.



Cody’yle güreştim. 10 bin kez yaptığım iş. Ben onu dövdüm, o beni. Onu thumbtacks üstüne powerbombladım. Hikâye anlatmaya çalıştım. Ekranın başındaki bir kişiye bile bir şey hissettirebilirsem… gününü kurtarmak belki…



İşimi yaptım; o beni tuş etti; perde arkasına döndüm.



Brodie Lee ve Jon Moxley’i gördüm. Zıplama, alkış, “sen kralsın” yok — onların tarzı değil. Sadece gülümsüyorlardı.



“İyi miydi?” dedim.



Mox: “İyiydi. Güzel dövdün.”



O an dank etti: “Oğlum, ulusal televizyondasın. Fena değil.” Eğer buraya kadarsa, en azından bu var.





Maç yayınlandı. Telefondan garip şeyler. Twitter-mwitter; hâlâ pek anlamam. Bildirimler yağıyor. AEW’den biri yazdı: “Eddie, trenddesin.”



“Trend? Ne demek? Daha çok mu ödeniyor?”



“Hayır, ama büyük iş. İnsanlar #SignEddieKingston yazıyor. Her yerde. Binlerce kişi. AEW’ye seni imzalayın diyorlar.”



Hâlâ bana garip. Sevgiyi kabullenmekte zorlanıyorum. Sert New York çocuğuyum; güvenmem. Hep öbür ayakkabıyı beklerim. Yabancı insanlar benim için ayağa kalkınca donup kalıyorum. AEW arayıp kontrat teklif edince bile kafama yatmadı. Fazla gerçeküstüydü.



İki hafta sonra, kız arkadaşımla Montana’da tatildeyiz. Arabada, bir arkadaşının evine gireceğiz. Durup ona döndüm: “Bekle.”



“Ne oldu?” dedi.



“Biliyor musun, ben imzalandım. Ulusal televizyondayım. Yeğenim amcasını TV’de izleyebilecek. Gerçekten imzalandım. Yirmi sene bu iş… az daha evi kaybediyordum… ben…”



Bir dalga geldi, ağlamaya başladım. Arabada hüngür hüngür.




Hayatta her şey oldum. Öfkeli çocuk. Depresif ergen. Bağımlı. Sayamayacağın kadar nezaret. Köprüler yaktım. Kendi kendimi sabote ettim. Son doların üstünde yaşadım.



Hâlâ buradaysam, tek nedeni sırtımı bırakmayan dostlarım.



Larry Sweeney gibi bir dostum olduğu için şanslıyım.



Brodie gibi bir dostum olduğu için şanslıyım.



Mox gibi bir dostum olduğu için şanslıyım. (Ve şu an gösterdiği cesaret için gurur duyuyorum. Yanındayım kardeşim. Başını dik tut.)



Düşünsene: Ben ve Mox, bir zamanlar Brooklyn’de Elks Lodge’da 85 kişiye kapışıyorduk. Sonra Jacksonville’de, COVID sonrası AEW’nin ilk büyük canlı şovunda, 5.000 kişinin önünde, Young Bucks’a karşı, ulusal televizyonda… Perdeye gitmeden önce Mox kapıyı tekmelemeden hemen önce bana döndü: “Hazır ol, f*cking yıldız olacaksın. Hadi, şu adamların işini bitirelim.”



Hâlâ mücadelem var.



Hâlâ bu kadar sevgi ve ilgiyi hazmetmekte zorlanıyorum.



Hâlâ Zoloft alıyorum.



Hâlâ panik ataklarım var.



Hatta All Out PPV’de Miro’yla dövüştükten sonra bir tane geldi. Telefon patladı; “Harikaydın!” mesajları. Aşırı yüklendim. Göğüs sıkıştı. Duvarlar üstüme geldi. Uyuşmaya başladım. Sanki pipetten nefes alıyorum. Ama sakinleşmeyi başardım; nefesi yavaşlattım; çünkü profesyonel yardım alacak kadar cesur davrandım, artık ne yapacağımı biliyorum. Anksiyete ve depresyonla yaşamayı öğrendim. Konuşmaktan çekinmiyorum. Eski kafalıların “1987” muhabbeti umurumda değil.



Düzelmiş, kusursuz falan değilim. Karanlık günler hâlâ var. Ama sabah ne kadar kötü kalkarsam kalkayım, bir şeyden eminim ve bununla gurur duyuyorum:



Ne olursa olsun, yeğenimin gözünün içine bakıp, “Senin eski, kırık, dövülmüş Amcan Eddie asla pes etmedi,” diyebilirim.



Ve yeğenim biraz büyüyüp birinci sınıfa gittiğinde, sınıftaki bir velet “Amcan güreşçi değil, yalan söylüyorsun,” dediğinde, telefonunu çıkarıp Queens’te Arthur Ashe Stadyumu’nda — Japon güreş kasetlerini takas edip sokaklarda kavga edip polisten kaçtığım yere bir sokak mesafede — 20.000 kişinin önünde perdeyi yardığım videoyu açıp gösterebilecek.



Yeğenim o veledin gözünün içine bakıp, “Gördün mü?” diyecek.



Amcası New York Yankee değil.



Doktor ya da avukat da değil.



Astronot hiç değil.



O bir güreşçi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Başlamak İsteyenler İçin | STARDOM Rehberi 2023

Dave Meltzer'in Gözünden Misawa'nın Ölümü ve Kariyeri

Dave Meltzer Gözünden Von Erich Mitolojisi